top of page

Mübtedîler için Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Âdâbını Mübeyyin Bir Mektup Sûreti

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

Dânâ ve âgâh olunuz ki sizin ve kâffe-i nâsın saâdet-i dîniyye ve dünyeviyyesi Mevlâ-yı Hakîkî olan Zât-ı Hakk Celle ve Alâ’nın ism-i mübârekinin zikri ile evkâtını ma’mûr eylemekle hâsıl olur.

Şu kadar ki; ya bir mürşid-i kâmilden ve yâhud mürşid-i kâmilin âdâb-ı tarîkat ve şerîata bid'âlar icâd etmeyen sahîh’il-intisâb me’zunlarından ahz-ı ta’lîm etmeksizin zikr ile iştiğâl olunursa fâidesi kalîl ve belki de adîm olur. Zîrâ izinli zikr amel-i mukarrabîn, izinsiz zikr amel-i ebrârdır. “Hasenât’ül-ebrâr-i seyyiât’ül-mukarrabîn” onun hakkında vârid olmuştur.

Sizin ara sıra zikr ile meşgul olduğunuzu, fakat izin almadığınızı bildiğimden mufassalen yazıyorum. Tekrar tekrar okuyup hıfz ediniz. Zikr kelimesi Arabî’dir. Türkçe mâ'nâsı anmak, yâ'ni hatırlamaktır. Hatırlamak ise evsâf-ı kalbiyyedendir. Lisânın onda medhali yoktur. Binaenaleyh, zikr-i müteârif üç kısımdır:

 

(1) Yalnız zikr-i lisânî: Yani kalb beraber olmadığı halde yapılan zikrdir ki, menfaati azdır. “Veylün lil kâsiyeti kulûbühüm min zikrillah (Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!” âyet-i kerîmesi onun hakkında vâriddir.

(2) Yalnız zikr-i kalbîdir ki, lisânın ânda haz ve medhâli yoktur. İşte bizim tarîkat-ı Nakşibendiyye’ye mahsûs zikr budur. “Üd'û Rabbeküm tedarru'an ve hufyeh, Ve dûne'l cehri mine'l-kavl, Elâ bizikrillâhi tatmeinnü'l-kulûb, Vezkür Rabbeke fî nefsik.” ve emsâli âyât-ı kerîme ve hesabsız ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı sâlihîn ile sâbit olmuşdur.

 

(3) Zikr-i lisânî maa’l-kalb olan zikirdir. Ekâbîr ve eâzım-ı ehlü’llâh derecât-ı âliyeye vusullerinden sonra ancak bu nev’ zikir ile meşgul olabilirler.

 

Bizim büyüklerimizin zikr-i kalbîsi en evvel Fahr-i Âlem (sav)’in hicret gecesinde Gâr-ı Sevr’de Ebûbekir es-Sıddîk (ra)’ya sûret-i hafiyyede diz üstünde oturtarak gözlerini kapamasını emr ile ta’lîm buyurdukları zikirdir.

 

Ve bu Tarîkat-ı Aliyye’de ma’mûl bih olan râbıta-i şerîfe; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na yalvaranlarla berâber sen de sabret! Dünya hayâtının güzelliklerini isteyerek gözlerinio kimselerden ayırm! Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!” âyât-ı kerîme ve “Zikru’l- evliyâi yünezzilu’r-rahmete.” hadîs-i şerîfi ve sâir âyât ve ehâdîs ile sâbit olmuştur.

 

Ve belki Mâverâunnehir ve Buhârâ’da on iki asırlık eâzım-ı ulemâ-yı Hanefiyye’nin sülûkları ve teslîkleri sırasında ma’mûl bihleri olmuştur. Her gün vird ederek sabah veyâhud akşam namazından sonra veyâhud münâsib gördüğünüz vakitte abdestli temiz bir yerde mümkün mertebe hâli olarak oturursunuz. Kıbleye müteveccih kemâl-i edeble gözlerinizi kaparsınız. Lisan ile dahî yirmi beş kere “Estağfirullâh” dersiniz ve her keresinde mânâsını berâber olarak söylersiniz.

 

Sonra bir Fâtiha üç İhlas Fahr-i Âlem (sav) ile Şeyh Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend’e ve Gavs-ı A’zam Abdulkâdir Geylânî’ye (kaddesallâhu teâlâ sırrahumâya) ihdâ eder ve kalben onların rûhâniyyetinden istimdâd edersiniz ki: Beni de tarîkatınızın mürîdânından mahsûbîn ve mensûbîninden add ediniz!

 

İhlâs-ı Şerîfe ilâve etmeksizin yalnız bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem Aleyhisselâtü ve Vesselâm ile İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Şeyh Ahmed Fâruk-i Sirhindî’ye ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eyler onların dahî rûhâniyyetinden kendilerinin mürîdân ve mahsûbîn ve mensûbîni add etmelerini ricâ edersiniz.

 

İhlâs berâber olmayarak bir Fâtihâ daha okursunuz misl-i sevâbını Fahr-i Âlem (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde eylersiniz.

 

Bir Fâtiha daha Fahr-i Âlem (sav) ile Seyyid Muhammed Sâlih ve Seyyid Fehim (Kaddesallâhu Teâlâ Esrârahumâ)’ya ihdâ eder bâtınlarından istifâde edersiniz.

 

Ondan sonra muhtasar olarak tezekkür-i mevt yâni kendinizi bi’l- fil meyyit ve teneşir tahtası üzerinde kefene sarılmış tabuta konuşmuş ve mezarda defn edilmiş olarak hayâlinizden geçirirsiniz. Mezarda olduğunuz halde mürşidi ve pîri vesîlesiyle ve Allâhu Teâla ile arasında vâsıtası olan zâtın karşısında kendinizi farz ederek nâsiye-i aliyyesine yani iki kaşı arasına bakar gibi olusunuz. Kemâl-i azm ve muhabbet ile “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelme- kten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.”âyet-i kerîmesine imtisâlen onun sîmâ-yı aliyyesini hazâin-i hayâlinizde veyâhud kalbinizde hayal tarîkiyle durdurursunuz. Buna “râbıta” derler.

 

Müteaddid âyât-i kerîme ve ehâdîs-i şerîfe ve âsâr-ı selef-i sâlihîn ile müsbettir. Turuk-ı aliyyenin kâfesinde ve bâ husus tarîkat-i Aliyye-i Nakşıbendiyye’de mühim bir rükn-i salâhtadır. Bunun ekalli bir rub’ saattir. Daha az olursa te’sîri daha az olur.

 

Mukarrerdir ki râbıtasız zikir muvassıl değildir, zikirsiz râbıta muvassıldır. Râbıta her emrde pîşvâdır. Husûsiyle zikirde mümid ve muâvindir. Halvethâne-i hâs-ı ilâhî olan kalbi telvîsât-ı nefsâniyye ve telbîsât-ı şeytâniyyeden tathîr eder. Sultân mesâbesinde olan zikrin vurûduna isti’dâd hâsıl olsun için iltizâm edilmiştir.

 

Râbıta üç kısımdır:

 

(1) Birisi, pîrin sûretini hazâin-i hayâlinde tasavvur etmektir. Bu kısım zikrin ibtidâsında lâzımdır.

 

(2) Pîrin sûretini kalbinde tasavvur etmek. Bu kısım zikr esnâsındabilâ ihtiyâr zuhûrunda kalbinde durdurarak zikr etmektir.

 

(3) Pîrin kıyâfet ve hey’etinde kendisini görmek ve tasavvur etmek. Keennehû aynen pîrdir, kendisi değildir. Bu kısım ibâdete mahsustur. Meselâ hâfızasından Kur’an-ı Kerîm istimâ’ ederken gözlerini kapar ve kendini pîrin kıyâfetinden farz edip dinler: Keennehû pîrdir o değildir. Kezâ Kur’ân-ı Kerîm Delâilu’l-Hayrât okurken ders ve vaaz dinlerken namaz kılarken kendisini mürşidin kıyâfeti ve hey’etinde farz edip kıyâm, kuud ve kıraati yapan keennehû kendisi değil pîridir. Şu yolda namaz ve zikir ve ibâdetin halâvet ve lezzeti başka şeydir. Keennehû huzûr-ı ilâhîye o huzûra lâyık bir vâsıta ile girilir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz,” âyet-i kerîmesine imtisâl edilir. Râbıtânın hâricî başka bir kısmı vardır. Ale’d-devâm kendinizi pîr ile berâber bulundurmuş olursunuz. Bu, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla berâber olun,” âyet-i kerîmesinin muktezâ-yı münîfini îfâ demektir. Bu yolda amel eden sâlik çabuk terakkî eder ve medâric-i kurb-i ilâhîye vâsıl olur. Buna râbıta-i telbisiyye dahî derler. Şimdi mürid râbıta-i telbisiyye ile mütelebbis ol- duğu halde kalbine müteveccih olur. Kalb ise sol memenin altında iki parmak aşağı üçüncü parmağın yerinde bir parça ete taalluk etmiş bir kuvve-i nûrâniyyedir. O parça et âdetâ yumurtaya müşâbihtir. Sivri başı sol kaburganın altına gelen başı içeriye doğru girmiştir. Buna “kalb-i sanûberî” derler. Kuvve-i nûrâniyyeye kalb-i hakîkî derler. Kalb-i sanûberî, kalb-i hakîkîye hücre ve yuva gibidir.

 

Zâkir vücûdunu eziyet ve cefâya ve ağrıya bırakmamak sûretiyle kemâl-i edeble namazda oturur gibi oturur. Ve başını ve vücûdunu azı- cık kalbe meylettirir. Gözlerini yumar yani kapar. Zîrâ göz kalbe delil ve kılavuz demektir. Göz ne ile meşgul olur ise kalb dahî onunla meşgul olur. Binâenaleyh havâss-ı zâhiriyyesi muattal olmak lazımdır.

 

Vücûdunun hiçbir uzvu ihtiyârıyla hareket etmeyecektir. Dudaklarını birbirine yapıştırır dudağını damağına ilsâk eder. Kelime-i Celâle-i Allah’ı hayâ tarîkiyle ol kuvve-i nûrâniyye üzerinde icrâ eder. Yani lisân-ı hayâl ile kemâl-i zevk, kemâl-i şevk, kemâl-i hürmet, kemâl-i tevkîr ve kemâl-i ta’zîm ile mânâsını “Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çif çif hayvanlar vâr etmiştir. Bu sûretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir,” âyet-i celîlesine tevfîkan hiçbir şeye müşâbih olmayan ve hiçbir şeyin ona müşâbih ol- madığı bir Zât’ın ismini, ism-i celîl bulunan Allah, Allah, Allah diye söyler. Berâber hiçbir sıfatı tasavvur etmez. Hattâ hâzır ve nâzır diye tasavvur etmez. Tesbihini alıp sağ elin baş parmaklarıyla Allah, Allah, Allah diyerek tesbih tanelerini atar. Kalbe bir hâtıranın hutûruna meydan vermemek sûretiyle kendisine kolay gördüğü takdirde kemâl-i sür’atle veyâhud yavaş yavaş zikr eder. Zikir her halde kalbin havâlisinde olmak gerektir.

 

Zikrin vird-i yevmiyesinin ekalli beş bin olmalıdır. Fakat bu kadarı azdır. Ramazân-ı Şerif’e mahsus olmak üzere on beş bin, Ramazan hâricinde işin olduğu takdirde yedi bin, olmadığı takdirde yine onbeş bin olması evlâ ve ahrâdır. Zikrin bundan ziyâde takrîri imkân hâricidir. Kesret-i zikr ile zikrin keyfyeti ma’lûm olur.

 

Fârisî’de demişlerdir: “hub kerden ez pür kerdenest.” Yâni zikri iyi ve güzel yapmak çok yapmak ile olur.

 

Yine Fârisî’de denilmiştir: zikr gu zikr tâ turâ cânest pâki-yi dil zi-zikr-i rahmanest. Yâni can bedende iken zikret. Zîrâ kalbin temizliği zikir ile olur.

 

Yine Fârisî’de denilmiştir: Herçi cüz-i zikr-i hudâ-yı ahsenest ger şeker horden buved can kendenest. Yâni zikr-i Hakk’tan gayrı her ne olursa olsun can çıkarmaktır.

 

Bi- hasebi’l-hakîka zikir ile kalb tâhir olur. Zikir ile muhabbet-i ilâhiyye hâsıl olur. Zikir ile ibâdetin lezzeti duyulur. Zikir ile akîde-i İslâmiyye kuvvetlenir. Zikir ile namaza zevk ve şevk ile girilir. Zikir ile ahkâm-ı şer’iyye yesr ve suhûletle icrâ olunur. Zikr ile taklîdîlikten vicdânîliğe terakkî edilir. “Vezkurullâhe kesîra” bu hâle işârettir. Bes konem bes zirekânrâ in besest bangi du kerdem eger der deh kesest. Bunu dahî bilmek gerektir ki: Tarîkat-ı Aliyye’ye intisâb etmek olan “tevbe” sâniyen istihâreye tevakkuf eder. Mektubun vusûlunde arzu var ise şerâitini câmi’ bir tevbe yâni: “Ya Rabbi! Hîn-i bulûğumdan bu âna kadar irtikâb ettiğim maâsîden nedâmet ettim. Pişmân oldum. Ve şimdiden sonra inşâallahu teâlâ maâsîde bulunmamaya azm u cezm ettim,” dersiniz. Tafsîl-i maâsîye hâcet yoktur. Zîrâ tarîkımızda tevbe tedrîcîdir. Def’aten değildir. Tafsîlini murûr-i eyyâma bırakmışlardır. Ondan sonra alelâde bir gusul etmek lâzımdır. Bu da iğsâl-i mesnûnedendir. Bu tarîk-i aliyyenin her hâl ve şânı sünen-i seniyye-i peygamberiyyeye ittibadır. Şeriattan hâriç ve sünnetten fazla bir şey yoktur. Guslun akabinde bir gece istihâre eylemek lâzımdır. Bu, sünnettir. “Niyyet ettim istihâreye” der gece iki rekat sünnet-i istihâre kılarsınız. Birincisinde “Kul yâ eyyühel Kâfrûn” ikincisinde “Kul hüvallâhu ehad”ı zamm-ı sûre olarak okursunuz. Ondan sonra beher gün bu tafsîl üzere zikir edersiniz. Allah Teâlâ muvafak buyursun. Orada okunan hatm-i hâcegân tamâmı tamâmına bizim tarîkatımızın âdâbına muvâfık ise siz dahî oturursunuz. Değil ise oturmaya hâcet yoktur. Şübhe ettiğiniz yâni anlayamadığınız şeyler olur ise bize yazarsınız. Cevâbını gönderirim.

 

Bâkî tevfîk Hak Celle ve Alâ’dandır. Duâ-yı hüsn-i hâtime dilerim, birâderim.

 

Zilkâde 1341 /31 Mayıs sene 1339

Arvâsîzâde Abdülhakîm

bottom of page